August 31, 2024
1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle düzenlenen bu konferansın tüm katılımcılarını saygıyla selamlıyorum. İmralı görüşmelerinin son 8 ayında yer aldığım için benden istenen konuyu sunmadan önce izninizle kısa bir tarih özetiyle başlamak istiyorum.
Genel olarak Türk-Kürt ilişkilerinin son bin yıllık geçmişini irdelediğimizda neredeyse 800 yılın ağırlıklı olarak eşitlik ve haklara karşılıklı saygı temelinde barışçıl ilişkilerle şekillendiğini görebiliyoruz.
Yine örnek olarak, Osmanlı İmparatorluğundaki 23 Kürt beyliği, 1500’lü yıllardan 1800’lü yılların başlarına kadar neredeyse 300 yıl boyunca bağımsızlığa yakın bir özerk statüde yaşamışlardı. Ancak Osmanlı İmparatorluğu, Fransız İhtilalinin doğurduğu ulus devlet çizgisi ve milliyetçi tehditlere karşı bu yerel Kürt otonomilerine son verip merkeziyetçiliği güçlendirme eğilimine girince, Kürdistan ve Ortadoğu halkları kanlı ve çatışmalı bir sürecin girdabına düştü. Bu nedenle son 200 yıl Kürtler ve diğer Ortadoğu halkları açısından felaket yılları oldu. Bu kapsamda Osmanlı’nın son yönetimi olan İttihat ve Terraki’nin, Birinci Dünya Savaşı’nın ateşi içinde Ermeni, Süryani ve Rum Pontus halklarının soykırımını gerçekleştirmesi, ortak tarihimizin en trajik sayfalarını oluşturdu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı sonucunda dağılmasıyla, Anadolu ve Kürdistan coğrafyasında yeni bir süreç başladı. Bu süreç 1919 yılından başlayarak Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerinde ve Osmanlı Meclisi Mebusa’nın da ilan edilen misak-ı milli çerçevesinde ve 1921 Anayasası’nın ruhuyla bir demokratik cumhuriyet oluşturma şansını doğurmuştu. Ne var ki 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile dönemin hegemon güçleri Kürt halkının hiçbir ulusal hakkını ve siyasi statüsünü güvenceye almadan, ülkeleri Kürdistan’ı iradeleri dışında dört devlet arasında paylaştı. Musul Kerkük karşılığında İngilizler Kürdistan’ın kuzey parçasını yeni kurulan Türk Devleti’nin inkar, imha ve soykırım sürecine açtı. Yeni hazırlanan 1924 Anayasası ve İttihat Terrakinin yeniden hortlayan zihniyetiyle sömürgeci ve soykırımcı bir politika yürürlüğe kondu. Ancak Kürtler 100 yıldır teslim olmadı ve haklı direnişlerinden hiçbir şekilde vazgeçmedi, vazgeçmiyor.
Bu bölümde Oslo görüşmelerinin nasıl bittiği ve İmralı Süreci’nin nasıl başladığına kısaca dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye’de 12 Haziran 2011 tarihinde genel seçimler yapıldı. Seçimden iki gün sonra Önder Öcalan, devlet heyetiyle yaptığı görüşmede sürecin devamı ve demokratik çözüm için iki temel madde sundu. 1-Türk devleti ve AKP iktidarı Kürt sorunu demokratik ve siyasi yollarla çözeceğini kamuoyuna açıkça deklare etsin. 2-Mecliste Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulsun ve bu komisyon taraflara eşit mesafede olsun.
Hükümet bu talepleri dikkate almayınca, PKK ve Türk devleti heyetleri 5 Temmuz 2011’de Oslo’da son defa bir araya geldiler. 3-4 Eylül 2008’den başlayarak adına Oslo görüşmeleri denilen süreç böylece sona erdi. 14 Temmuz’daki 13 askerin yaşamını yitirdiği Silvan çatışması ve 2 gün sonra da Türk devletiyle İran’ın Kandil’e başlattığı ortak askeri operasyonla 18 ay kadar süren çok şiddetli bir savaş sürecine girildi. Bu süreçte AKP’nin tüm hesapları boşa çıktı. 2012 yılı çatışmaların en çok yaşandığı yıl oldu. Birçok yerde yollar gerillanın kontrolüne girdi. Bu süreçte cezaevleri de açlık grevleri ve ölüm oruçları ile devreye girerek kitleyi harekete geçirdi. Tam da AKP’nin tıkandığı bir süreçte başkan Öcalan Erdoğan’a bir mektup yazdı. Özetle, „siz şiddet kullanarak bizi yenemezsiniz, sonuçta gelinecek nokta diyalogdur. Bu yüzden diyalogda gecikmeyin, biz buna hazırız“ dedi. Hükümet de olumlu cevap verince 2013 yılı başlarında İmralı süreci start aldı.
Sürecin başında Önder Öcalan‘ın hazırladığı „Demokratik Barış’ın eylem planı“ başlıklı taslak 3 aşamadan oluşuyordu. 1) Çatışmasızlık ortamının sağlanması, 2) anayasal ve yasal süreç, 3) normalleşme süreci. Bu plan taslağıyla KCK yönetiminin görüşleri alındıktan sonra Öcalan 13 Şubat 2013 tarihinde 3 aşamalı eylem planını devlet heyetine sundu.
Öcalan 1. aşamada tarafların sürecin selameti için kullanacakları dilin önemine dikkat çektikten sonra, aynı başlığın 2. maddesinde ise aynen şöyle diyordu. „Taraflar arasında ana ilkelerde anlaşmak kaydıyla en geç Haziran 2013 tarihine kadar çatışma alanlarından anlamlı bir geri çekilme hedeflenmektedir“.
Devamında ise hükümetin hiçbir zaman yanaşmadığı ve yerine getirmediği temel beklenti yazılıyordu. „Çekilmenin önündeki engellerin kaldırılması ve yasal boşlukların giderilmesi acilen sağlanmalıdır“ talebiydi. Sayın Öcalan, birinci aşamanın dördüncü maddesinde çekilme sırasında ve sonrasında doğacak boşluğu denetlemek için meclis tarafından bir komisyon kurulması ve bununla bağlantılı olarak „akil insanlar“ grubunun teşkil edilmesi gerektiğini öneriyordu. Öcalan, çatışmasızlık sürecinin başarıyla tamamlanması halinde ikinci aşamanın başlayacağını yazmıştı. Anayasal ve yasal güvencelerin gerçekleşeceği bu aşama sonbahara kadar tamamlanacaktı. İkinci aşamadan beklenen anayasal ve yasal adımlardı. Bunun için öncelikle soru teşkil edilen belli başlı maddeler üzerinde uzlaşı sağlanması, başta seçim kanunu ve siyasi partiler yasası olmak üzere bazı temel yasaların demokratikleştirilmesi, yerel demokrasinin tanınması açısından öncelikle Avrupa Birliği-Yerel Yönetimleri özerklik şartının koşulsuz imzalanması idi. Anadilinde eğitim gibi talepler ise evrensel hukuk baz alınarak karşılanacaktı.
Başkan Öcalan, vatandaşlık tanımının etnik ve dinsel bağlamdan ayrıştırılmasını istiyor ve kimliklerin özgürce ifade edilmesi ve yaşatılması garanti altına alınmalıdır diyordu. Sürecin hızlı ve ortak aklın gelişimi açısından akademik, medyatik ve sivil toplum örgütleriyle iletişimin kurulması ve güvenlik ve sağlık birimlerinin yetkinleştirilmesi gerektiğinin altını çizen Öcalan, anayasal ve yasal süreç için yapılacak konferans, toplantı ve türlü organizasyonların önemine değiniyordu.
Öcalan, „ikinci aşamanın başarıyla tamamlanması sağlanmadan, üçüncü ve son aşama olan normalleşme sürecine geçilemez“ de diyordu. Taslakta Öcalan, üçüncü aşamayı yedi madde şeklinde formüle etmişti. „Bu aşamanın temel amacı normal yaşama geçiştir, savaş ortamından barış ortamına geçip güvenlik içinde yaşamla bütünleşmektir“ şeklindeki vurgudan sonra silah bırakma sürecine ilişkini aynen şöyle yazmıştı. „Silahların bırakılması varlıksal ve özgürlüksel olarak Kürtlerin sorununun çözüme kavuşturulmasına bağlıdır“, diyordu. İmralı’da devlet adına görüşmelerde bulunan heyet, bu taslağı kabul ederek gereken adımların atılacağına dair taahhütte bulundu. Buna karşın Öcalan, Newroz 2013’teki tarihi mesajını hazırladı ve HPG Komutanı Murat Karayılan’, 25 Nisan’da basın toplantısı düzenleyerek 8 Mayıs’ta gerillanın geri çekilmeye başlayacağını açıkladı.
Kürtler taahhüt ettiklerini yerine getirirken devlet Öcalan‘la 15 günde bir yapılması gereken görüşmeleri bile engelledi. Temmuz ayına gelindiğinde artık hiçbir adımın hükümet tarafından atılmayacağı anlaşılmıştı. PKK devletin bu kayıtsızlığına karşı Temmuz-Augustos 2013’te çekilmeleri fiilen yavaşlattı. Bu karardan bir ay sonra da çekilme tamamen durduruldu.
İmralı sürecinin son 8 ayına İmralı heyeti üyesi olarak katılım ve tanıklık yaptığım görüşmeler sırasında çok öne çıkan bazı hususlara dikkat çekmeyi bir görev saydığımı özellikle belirtmek isterim.
Bu hususlardan en önemlisi -sonradan ortaya çıktı ki- İmralı’da görüşmeler sürerken kamu güvenliği müsteşarlığı da Kürt Özgürlük Hareketi’nin tamamen tasfiyesini hedefleyen ve adına „çöktürme planı“ denilen bu imha konseptinin 14 Eylül 2014 tarihinde son teorik hazırlığını da tamamlamıştı. Kuşkusuz ki aynı gün DAEŞ’in Kobane kantonuna yönelik topyekun saldırısının başlaması da bu planlamanın önemli bir parçasıydı. Nitekim daha sonra DAEŞ’in komutan düzeyinde esir düşen bazı unsurları „hedefimiz aslında Şam iken Kobane’ye yönelmemizin temel nedeni Türk Devleti Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın talimatlarıyla taarruz planının değiştirilmiş olmasıydı“ şeklindeki ifadeleriydi. Ne var ki Kobane’de DAEŞ’e karşı fedaice direnen Kuzey Kürdistan’dan HPG ve Rojava’nın YPG-YPJ gerillaları ile saldırı pozisyonundaki DAEŞ unsurlarının silah envanterleri birbiri ile kıyaslanamayacak derecede dengesizdi. Özellikle DAEŞ, Musul’u işgal ettikten sonra çok modern silahlara ve özellikle RPG roketlerinin üzerlerinde hiç etkili olmadığı güçlü zırhları olan modern tanklara sahipti. ABD öncülüğündeki Uluslararası Koalisyon’un o günlerde DAEŞ’e karşı hava kuvvetleriyle yürüttüğü saldırı günde 1-2 tankın vurulmasıyla sınırlıydı. Bu nedenle takvimler 5 Ekim’i gösterdiğinde DAEŞ güçleri neredeyse Kobane’nin merkezini tamamen işgal edecek konuma ulaşmak üzereydi. Zaten Erdoğan’ın Suriye sınırına giderek „Kobane düştü düşecek“ demesi ve sevinç ile memnuniyetini ilan etmesi de aynı zamana denk gelmişti. Tam o gün başta Diyarbakır olmak üzere Kuzey Kürdistan halkı keskin bir öfkeyle devreye girmişti. Özgürlük mücadelesinin sayfalarına 6-7-8 Ekim Serhildanı adıyla geçecek olan bu öfke, tarihin seyrini değiştirmek zorundaydı.
Nitekim öyle de oldu. O gün Kürt halkı bu hamle sırasında 50’nin üzerinde sivil şehit vermiş ama Kobani düşürülememişti. Bu gelişme karşısında ABD öncülüğündeki Uluslararası Koalisyona bağlı savaş uçakları, o günlerdeki yoğun bombardımanlarla DAEŞ’e karşı Kürtlerle yürütmeye karar verdikleri taktik ittifakın da startını vermişlerdi. Daha sonra o günleri değerlendiren ABD Başkanı Obama, „Kobani’nin gözümüzün önünde düşmesini dünyaya izah edemezdik“ diyerek pozisyonların neden değiştiğini açıkça ilan etmişti.
Rahatlıkla denilebilir ki, 6-7-8 Ekim’den başlayarak YPG-YPJ gerillalarının yaklaşık 4 ay süren karşı atağıyla DAEŞ’in Kobani’de beli kırılmış çöktürülmesi süreci başlamıştı. Bu tarihi günlerde gerçekleşen İmralı görüşmesinde Sayın Öcalan’ın Kamu Güvenliği Müsteşarı ve MİT Müsteşarı Yardımcısı’nın da içinde olduğu devlet heyetine söyledikleri ve heyetin suskunlukla karşıladığı mealen şu sözler kanıtlayınca tarihi önemdeydi. Şöyle diyordu Öcalan: „ Tanklarınız oradaydı, DAEŞ’e müdahaleyi o gece siz yapabilirdiniz. Buna gücünüz de vardı ama siz seyrederken ABD müdahale etti. Bu yolla tüm Kürt halkının sempatisini kazanmayı başardı. Bunun sorumlusu da sizsiniz, Türk devletidir“ dedi. Heyetin bu tarihi analize yanıtı koskoca bir sessizlikti. Nitekim daha sonraki günlerde 30 Ekim 2014’te toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda çöktürme planı onaylanarak resmen yürürlüğe konuldu. Artık adına devlet denilen mekanizma dümenini adım adım savaş rotasına doğru çevirdi.
Tarih Kasım 2014, İmralı Adası’nda görüşmeler için hazırlanmış yuvarlak masa toplantısından biri yeni başlamıştı. Heyet üyesi Sırlı Süreyya Önder arkadaş, „başkanım müsaade edilirse çok sağlam kaynaktan aldığım bir bilgiyi arz etmek istiyorum“ dedi. Başkan Öcalan „tabii buyurun“ diye yanıtladı. Sırlı Süreyya, „kaynağımın verdiği bilgiye göre AKP’den bir grup milletvekili çeşitli cezaevlerindeki Ergenekon davası tanıkları ile bir dizi görüşmeler yaptı“. Aslında çok şey anlatan bu bilgi devlet heyetinin de hazır bulunduğu toplantıya bir „bomba gibi“ düştü. Bu kısa sunumdan sonra abartısız olarak bir dakika civarında bir sessizlik oldu. Kimse konuşmuyor, başkan Öcalan düşünüyordu. Sonra dönüp yan yana oturdukları kamu güvenliği müsteşarına sordu. „Sizde böyle bir bilgi var mı?“ Yanıt, hayır efendim ama araştırıp sonradan size bilgi verebiliriz şeklindeydi. (Kanaatimce bu yanıt da samimi değildi). Yine bir sessizlik çöktü. Başkan Öcalan düşünüyordu. Hepimiz ne söyleyeceğini merak ediyorduk. Ve Sayın Öcalan, her şeyin farkında olduğunu hissettirircesine yine tarihi bir cümle kurdu. „Eğer AKP hükümeti Ergenekon’u bize tercih edecekse, o zaman herkes kendi yoluna gider“ dedi.
Tabii ki sonradan her şey daha net bilgilerle kesinlik kazandı. 17-25 Aralık 2013 tarihinden sonra Erdoğan, ortağı Fethullah Gülen cemaatiyle köprüleri attıktan sonra devlet organları içindeki yalnızlığının ayırdına vardı. Birer devlet kliği olan MHP-Ergenekon ve Gülen cemaatiyle aynı anda ters düşmesinin kendi sonunu getireceğini fark etti. Ondan sonra da keskin bir politik manevrayla MHP-Ergenekon cephesine dümen kırdı. Öyle görünüyor ki bu derin devlet klikleri Erdoğan’la iş birliği yapıp 1965’ten itibaren devlet organları içinde ABD ile irtibatlı olarak örgütlenen Gülen cemaatine kesin bir darbe vurmayı Avrasya’cı Neo-Osmanlıcı hedefleriyle daha uyumlu buldu. Erdoğan’a adadaki masayı devirmeleri karşılığında her türlü destek vaadini verdiler.
Bu gelişmeyle AKP MHP Ergenekon İttifakı’nın temel taşlarını ördüler. Zaten Gülen cemaatinin Kürt soruna yaklaşımı da MHP Ergenekon’dan farksızdı. Bugün de bu politika hala yürürlüktedir. 2012 yılında PYD öncülüğündeki Rojava devriminin yükselişi ve ardından Kamışlı, Kobani ve Efrin kantonlarının ilanı, Türk devleti içindeki İttihat ve Terraki varlığı ve Kürt düşmanlığını yeniden hatırlattı. Demokratik özerklik ve kantonal çözüm gibi stratejiler Türk devleti açısından beka sorunu olarak görülmekteydi. Kabul edilemezdi.
Türk devleti ayrıca iki dayatmada daha bulunuyordu. Biri YPG’nin Türk devleti tarafından Suriye’de kurulan cihadist, Özgür Suriye ordusunun çatısı altına girmesi, diğeri de Suriye devletine karşı savaş ilan etmesiydi. Ne var ki bu üç dayatmada Önder Öcalan ve KCK’nin demokratik yaklaşımı ve özsavunma stratejisine aykırıydı. Bu keskin zıtlığın er geç bir çatışmaya evrileceği gün gibi ortadaydı. Nitekim öyle de oldu.
Bu süreçte en önemli adımlardan biri de adına „Dolmabahçe Mutabakatı“ denilen on maddeli tarihsel bir belgenin İmralı ve devlet heyet tarafından kamuoyuna ortaklaşa sunulmasıydı. Bu mutabakat metninin her bir maddesi başlaması kararlaştırılan müzakerelerdeki konuşulacak sorun başlıklarından oluşuyordu. Örneğin Alevi veya Kadın sorunun tartışılmasında bu sorunun çerçevesinde örgütlenmiş demokratik sivil toplumu temsilcileri de İmralı Adası’na davet edilecekti. Orada talepleri dinlenecek, taraflar arasında tartışmalar yürütülecek ve varılan mutabakatlar yazılı hale getirilip imzalanacaktı.
En önemli hususlardan biri de bu tartışmaların şeffaf yürütülerek basın yoluyla topluma ulaştırılması ve toplumun da bu tartışmaya katılım sağlanmasıydı. Nihayetinde, maddelerdeki tartışma ve kararlar imzalı belgelerle güvence altına alındıktan sonra Sayın Öcalan, PKK‘ye çağrı yaparak, „Kongresinin hemen toplanmasını ve PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı sürdürdüğü silahlı mücadeleye son verdiğinin Kongre kararıyla ilan edilmesiydi“. Ortaklaşa olarak ortaya çıkarılacak mutabakat belgeleri, yeni demokratik hayatın çerçevesini oluşturacaktı. Öte yandan tamamı TC vatandaşlarından oluşan izleme heyeti -ki ortaklaşa olarak 7 kişiden oluşan isimler tespit edilmişti. Bunlar müzakereler tıkandığında uzlaşma sağlamak için devreye girecek olan akil insanlardan oluşturulmuştu. Sonuçta 10 maddeden oluşan Dolmabahçe mutabakatı 28 Şubat 2015 günü İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda kamuoyunun bilgisine canlı bir TV yayını ile sunuldu. Ne var ki AKP MHP Ergenekondan oluşan Şer İttifakı 5 Nisan 2015 günü bizzat Tayyip Erdoğan’ın ağzından müzakere sürecine geçit vermeyerek yeniden kanlı bir sürecin düğmesine bastı. 30 aydan beri İmralı’da kurulu olan ve kamuoyunda „diyalog, barış ve çözüm masası“ olarak alınan bu süreç böylece sona ermiş oldu. 24 Temmuz 2015 günü Lozan Antlaşması’nın yıl döneminde Medya Savunma Alanlarının Türk savaş uçaklarının yoğun bombardımanıyla günümüze kadar hala devam eden yeni bir kanlı savaş süreci de başlamış oldu. Ancak yılmadık yılmıyoruz. Özgür, onurlu, barış içinde ve insanca bir yaşam için örgütlenmeye, fedaice direnmeye ve faşizmi çökertecek demokrasi ve barış yolunu açmaya kesinlikle kararlıyız.
Siyasetçi
Avrupa Barış ve Özgürlük Forumu (EFFP) Koordinasyon üyesi
* Blog sayfamızda yayımlanan fikir ve görüşler yazarların kendi görüşleri olup EFFP’nin (Avrupa Barış ve Özgürlük Forumu) görüşlerini temsil etmez.