Devletin Gölge Oyunu ya da Barış bir ihtimal mi?

Devletin Gölge Oyunu ya da Barış bir ihtimal mi?

Ertuğrul Mavioglu

Meclis’in açılmasıyla birlikte ülke, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin sürpriz biçimde Dem Parti sıralarına giderek el sıkışmasının ve ardından partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma ile sanki yeni bir boyuta geçti.

El sıkışma hadisesi, iyimser kesimler tarafından yeni bir dönemin başlangıcı olarak yorumlanırken, Kürt siyaseti başta olmak üzere büyük bedeller ödemelerine rağmen boyun eğmemiş bütün kesimler “sütten ağzı yanan ayranı üfleyerek içer” misali duruma son derecek temkinli yaklaştı.

Nitekim duruma sonradan müdahil olan MHP’liler de Bahçeli’nin tokalaşma hadisesinin Türklüklerine halel getirme ihtimalinden ürkmüş olacaklar ki, partinin genel başkan yardımcılarından Semih Yalçın yazılı bir açıklamayla durumu izah etti.

Yalçın’ın açıklamasındaki şu cümle özellikle çarpıcıydı: “Sayın Genel Başkanımızın hamlesi, bir taviz, yumuşama, normalleşme adımı değil, bilakis normalin maliklerinin, mekânın sahiplerinin hatırlatılmasıdır.”

Belli ki MHP’li Yalçın, seçmen tabanından gelebilecek eleştirilere karşı ön almış ve lümpenlere has bir üslupla Türk’ün Kürtler üzerindeki hegemonyasına vurgu yapma ihtiyacı duymuştu.

Ama Bahçeli’nin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada “hükmüm” diyerek ortaya attığı sözler devlet mutfağında kaynatılan tencereye dair biraz daha ipucu verdi.

Bahçeli, Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın Dem Parti grup toplantısına katılarak bir konuşma yapmasını istiyordu. Bahçeli’ye göre Öcalan “umut hakkı” isteyecekse, PKK’yi lağvettiğini açıklamalıydı.

Bahçeli’nin konuşmasında dikkat çekici bir başka önemli ayrıntı ise devletin bütün resmi organlarında reddedilen Öcalan’ın tecritte olduğu gerçeğini itiraf etmesi oldu.

Ardından el artırma yarışı başladı.

Selahattin Demirtaş’ı Edirne’deki hapishanede ziyaret eden CHP’nin yeni lideri Özgür Özel, Bahçeli’nin açıklamalarının ardından, “El yükseltiyorum Devlet bey” dedi ve devam etti:

“Ben de Kürtlere bir devlet teklif ediyorum, devlet teklif ediyorum. Kürtlere, tam olarak kendilerini ait hissetmeyen bütün Kürtlere, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum. Varsanız, hep beraber bunu yapalım.”

Belli ki bu konuşmasının ardından Amed başta olmak üzere bazı Kürt illerine 6 günlük geziye çıkan Özgür Özel de bu süreçte üzerine düşen rolü oynamaya başlamıştı.

İmralı’da görüşmeler sürüyor muydu? Kandil’e mesajlar mı gidiyordu? Dem Parti ile kapalı kapılar ardından istişareler mi yapılmıştı?

Dem Parti Milletvekili ve aynı zamanda Abdullah Öcalan’ın yeğeni olan Ömer Öcalan’ın 25 Mart 2021’den beri sürdürülen mutlak tecridin ardından İmralı’ya gitmiş olmasına rağmen bunların hiç birinin yanıtını bilmiyoruz.

Neden mi?

Çünkü, devletin çevirdiği bir gölge oyununu seyrediyor gibiyiz ve perde arkasında gerçekte neler döndüğüne dair somut bir bilgimiz yok.

Devlet katında neler konuşulduğundan haberimiz olmadığı gibi, her gün çeşitli medya organlarında dile getirilen ihtimallere dair de hiçbir somut işaret bulunmuyor.

Ama tam aksi yönde bolca emare var.

Barışın pek de ihtimal dahilinde olmadığına, savaşın süreğen hale getirileceğine, hatta daha da katmerli bir biçime dönüşeceğine ilişkin önümüzde çok fazla somut veri duruyor.

Mesela bir yandan el sıkışma hadisesi yaşanırken diğer yandan Amed Büyükşehir Belediye Eş Başkanlığı yaptığı sırada apar topar tutuklanıp hapse tıkılan Selçuk Mızraklı’ya verilen hapis cezası hiçbir suç deliline ihtiyaç duyulmadan onaylanabiliyor.

Bir yandan diller yeni bir sürecin başladığını söylerken, Kürdistan’da artık vaka-ı adiye haline gelmiş gözaltı ve tutuklamalar sürüyor.

Bir yandan Meclis’te konuşma yapacağı üzerine kelamlar edilen Abdullah Öcalan, Ömer Öcalan üzerinden ilettiği mesajının ilk cümlesinde tecridin sürdüğünü ifade ediyor. 

Bir yandan barış ihtimalinden söz edilirken, diğer yandan hükümet yeni savaş vergileri çıkarmak üzere hazırlık yapıyor. Kredi kartlarından haraç almaktan vazgeçildi ama her ev satışından, her araba satışından, mini scooter’lardan, oyuncak drone’lardan, kol saatlerinden bile savunma sanayii katkı payı adı altında para kesilmesi için hazırlıklar sürüyor.

Bir yandan çözüm sürecinin 9 yıl önce kaldırıldığı buzluktan çıkarılıp tekrar masaya konabileceği ima ediliyor ama 2025 bütçesinde savaş harcamaları için 1 trilyon 608 milyar liralık pay ayrıldığı biliniyor. Güncel kurla 47 milyar dolar olan bu meblağ, gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin savaşa ayırdığı paydan daha fazla olması kimseyi mi şaşırtmıyor?

Kürtlere yönelik sürdürülen savaş için bütçeden her yıl ortalama 20 – 25 milyar dolar ayrılırken 2024’te bu meblağın 40 milyar dolara çıkarılmasıyla savaşın hangi boyuta geldiği biliniyor. O halde 2025 bütçesindeki savaşa ayrılan payın 47 milyara çıkması üzerine “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye sormak oyunbozanlık mı sayılıyor?

Savaşın boyutunun yükseltileceğinin önemli işaretlerinden birisini de 23 Ekim günü Kobane’ye yönelik başlatılan hava harekâtı oluşturdu.

Türk ordusu, Kobane kent merkezini, çok sayıda köyü, Amûdê’de bir ekmek fırınını, un depolarını, Cizre kantonuna hizmet veren bir elektrik istasyonunu, Dêrik’te bulunan Siwêdiyê’de gaz istasyonunu, Qamişlo’da Siryan Mahallesi’nde bulunan tren istasyonunu vurdu.

Üstelik bu hedefleri vururken yaşlı, çocuk, kadın ayırt etmedi.  En az 13 kişiyi katletti, onlarca kişiyi yaraladı.

Kısa sürede meydana gelen ve herkesin kafasını karıştıran tüm bu gelişmeler, barışın devletlerin inisiyatiflerine bırakılamayacak kadar ciddi bir mesele olduğunu bir kez daha hatırlattı.

Çünkü, önümüzde 2013 – 2015 arası yaşanan ve adına çözüm süreci denilen bir deneyim ve bu deneyimden çıkarılan dersler var. Toplum, bir hamlede çözüm masasının nasıl devrildiğine, savaşın çok daha şiddetli bir biçimde hızla gündeme sokulabildiğine şahit. Ekonomik krizin yarattığı yoksullaşma, yok edilen özgürlükler de cabası.

Çünkü savaş, özellikle Saray çevresinde ölüm tüccarlarının türemesine kapı açtı. Savaştan nemalanan, rant devşiren hatta bu sayede, çok kısa bir zaman diliminde Forbes’un dolar milyarderleri listesine pike yapan Selçuk ve Haluk Bayraktar kardeşleri yarattı. Herkes savaştan rant devşirenlerin barış sözcüğünden bile irkildiğini tahmin edebiliyor.

Çünkü savaş, devletin tüm denetim mekanizmasını paramparça etti ve iktidara köpeksiz köyde değneksiz gezme olanağı tanıdı. Bu sayede toplumun yüzde 90’ı yoksulluğa ve açlığa terk edilirken, iktidar asıl temsilcisi olduğu sermayedarın çıkarlarını fütursuzca savundu. Savaşın bütün finansal yükünü emekçilerin, emeklilerin, gençlerin, kadınların sırtına yükledi. Yine savaşın getirdiği olanaklar sayesinde ürettiği otoriter sistemle bütün itirazların da önünü zorbalıkla kesti. Söz hakkı elinden alınmış insanların barışı dillendirmesi neredeyse imkansız hale geldi.

Çünkü savaşı iktidarını korumanın bir aracı olarak görenlerin barışı lafızda, sadece kitleleri oyalamak, onları aldatmak için kullandığını, kullanacağını herkes anladı.

İşte bu yüzden eğer barış gelecekse bu, halkların savaştan kurtulmayı son derece yakıcı bir biçimde iliklerine kadar hissetmesi, çığlık çığlığa talep etmesi sayesinde olacak.

Kendiliğinden değil, halkların yaşadığı sefaletin asıl sorumlusunun savaş ve tecrit politikalarının sürdürülmesi olduğunu fark etmesi ve herkesi hücre hücre öldüren bu cehennemi döngüyü kırmasıyla mümkün hale gelecek.

Yani barış devletin perde arkasından çevirdiği gölge oyunları ile değil, halkların inisiyatifi ele almasıyla ete kemiğe bürünecek.

Picture of Ertugrul Mavioğlu

Ertugrul Mavioğlu

Gazeteci
Avrupa Barış ve Özgürlük Forumu (EFFP) Koordinasyon üyesi

* Blog sayfamızda yayımlanan fikir  ve görüşler yazarların kendi görüşleri olup EFFP’nin (Avrupa Barış ve Özgürlük Forumu) görüşlerini temsil etmez.