August 31, 2024
1 Eylül Dünya Barış gününden bahsediyorsak burada öncelikle kadının erkekle, ezilenin ezenle ilişkisinin özgürlük temelinde yeniden düzenlemeye ihtiyacımız var. Kadınla özgürlük temelinde sözleşmesini kurmayan hiçbir toplumsal sistem demokratik olmaz- özgür olamaz.
Jinkujî- Feminicide kadınların kadın olmalarından dolayı karşı karşıya kaldığı kırım politikasıdır. Aslında soykırım politikaları da dahil tüm kırım politikalarına Feminicide kaynaklık eder, demek abartı değildir.
Peki kırım ne anlama gelir? Kırım, savunmasız bir grubunu yok edilmesi, ortadan kaldırılmasının hedeflenmesini ifade eder. Kadınlar binlerce yıl bu uygulamaya maruz kalmasına rağmen kadın kırımının Feminicide- jinkuji olarak tanımlaması daha yeni sayılır. Feminicide kavramı ilk kez 1976 yıllında Güney Afrikalı feminist akademisyen Diana Russel tarafından dile getirildi. Ancak yaygın kullanılması son 20-30 yıla denk gelir. 1990 lı yıllardan itibaren özellikle Guatemala ve Meksika başta olmak üzere Latin Amerika’da yaygın yaşanan kadın katliamlarını tanımlamak için feminicide kavramı kullanılmaya başlandı.
Soykırım kavramı 1947 yıllından beri BM tarafından tanınıp, uluslar arası antlaşmalarla insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında ele alınmasına rağmen feminicide henüz yeni yeni tanımlanıyor. Üstelik halen insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında ele alınmıyor. Tanımsız bırakılıyor. Kadın kırımını tanımlayacak ve yaşanan kayıpları tanzim edecek, insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında ele alacak uluslar arası bir antlaşma yok. Tanımsız bırakılarak, yaşanan kırım politikalarının devam ettirilmesi sağlanır. (Oysa 2020 yıllında BM nin hazırladığı raporda bile 81 bin kadın erkekler eliyle öldürülmüş.)
Soykırım olarak tanımlanan suçlar kapsamında da kadınların yaşadıkları gündeme gelmez. Örneğin Ermenilerin, Yahudilerin, Ezidilerin yaşadığı soykırım politikaları uluslararası kurumlar tarafından bir şekilde kabul edilip, yaşanan maddi ve manevi yıkımı hafifletmeye yönelik yeterli değilse bile girişimlerde bulunuldu. En azından yaşanan acılar dile getirildi. Ama bu soykırım süreçlerinde kadınların yaşadıkları neydi, yaşanan acılar nasıl telefi edilebilir konuları uluslararası kurumlarca pek görülmedi vede gündeme alınmadı. Oysa çok iyi biliyoruz ki soykırımı yaşayan halkların- toplulukların kadınları kadın olmaktan dolayı ikinci bir kırımla karşı karşıya kaldılar.
Kürt kadınları ise bunu daha derin yaşadı. Bir yandan ataerkil sistemin binlerce yıla yayılan kadın kırım politikaları diğer yandan ulus-devlet politikalarının kıskacında kaldı. Dört ulus-devletin sömürgeleştirdiği Kürdistan coğrafyasında kadın olmak, uluslararası antlaşmalarla varlığı yok hükmünde sayılan bir halkın kadınları olmak her tür kırım politikasıyla karşı karşıya kalmayı ifade ediyordu. Kürt kadınlarının maruz kaldığı kadın kırım politikalarını çözümlemek için, Kürt halkının varlık sorununu ele almak gerekiyor.
Egemen devletler, imzaladıkları antlaşmalarla Kürt halkını yok hükmünde saydılar. Bu da egemen- ulus devletlere her türlü katliam yapma izni vermek anlamına geldi. Uluslar arası antlaşmalarla bir halkın yok sayılması egemen ulus-devletlerin Kürtlere yönelik her yaptığını onaylamak anlamına geldi. Bu son derece önemli bir konudur.
Kürdistan’da yıllardır yürütülen savaş, yakılıp, yıkılan binlerce köy, katledilen onbinlerce insanın faalleri sorulmadı. İnsanlara dışkı yedirilmesinden tutalım, insanların asit kuyularında eritilmesine kadar, yakılan ormanlardan, kimyasal silahların kullanılmasına kadar hiç biri soruşturulmadı, hesabı sorulmadı. Enfal hareketiyle yüzbini aşkın Kürdü öldüren, kimyasal silah kullandığı dünya kamuoyunca tespit edilen Saddam Hüseyin bile bu suçlardan yargılanmadı. Sadece Şiilere uyguladığı katliamdan dolayı idam cezası aldı.İşte dört ulus-devletin Kürtlere ve Kürt kadınlarına karşı perwasızlığı birazda bundandır.
Kürtlerin varlığının yoksayılması, Kürt kadınlarının bu katliamları katlanarak yaşamasına neden oldu. Öyle ki bazen fiziki imha kadınlar için kurtuluş oldu. Kadınlar ölümden daha beter yaşam koşullarına mahkum edildiler, bilinçli olarak hedef alındı, öldürülmekle yetinilmedi, bedenleri teşhir edildi.
Dersim katliamında binlerce kadın katledildi, tacize- tecavüze uğradı, hamile kadınların karınları süngüyle deşilerek çocuklar parçalanıp, çıkarıldı. Yine Maraş katliamında kadınların göğüslerinin kesilmesi, hamile kadınların karınlarının deşilip, ceninin süngülenmesi bu politikanın bir sonucuydu. Yani öldürürken bile beden bütünlüğünü bozmaya, hafızalarda dehşet görüntülerini oluşturmaya, kadın bedeni üzerinden topluma mesaj verilmeye çalışıldı. Bu durumu daha sonraki yıllarda da yaşanmaya devam etti. Özyönetim döneminde Ekin Wan’ın( KevserEltürk) katledilmesiyle yetinmeyen Türk devleti, cenazeyi teşhir ederek, itibarsızlaştırmaya, beden üzerinden tüm topluma mesaj verilmeye çalışıldı. Ölüye saygı, ölünün bedensel bütünselliğinin bozulmama ahlaki ilkesi çiğnenerek, katledilenin çıplak bedeni basın üzerinden teşhir edildi. Benzer bir durumu da Efrin savaşı sırasında YPJ’li Barîn Kobanê’ye ( Amina Ömer) yaptıklarını görüyoruz. Bu tür politikaları her ne kadar devletler uyguluyor olsalar da aslında bunun altında ataerkil sistemin yarattığı kadını nesneleştiren, kadın bedeni üzerinden erkeğe, topluma mesaj vermeyi içeren ataerkil zihniyet yer alıyor.
Katliamdan kurtulan kadınlar ise çoğu kez ölümden daha beter yaşam biçimlerine mahkum edildi. İşgalciler tarafından kadınlar taciz- tecavüze maruz kaldı yada bir “ganimet” gibi el konuldu. Kadınlar ele geçmemek, tecavüze uğramamak için çoğu kez kendilerini uçurumlardan attı. Örneğin Sason isyanı yenilgiyle sonlandığında erkekler büyük oranda ya öldürüldü yada tutuklandı. Ama isyana öncülük eden ve aynı zamanda isyan lideri olan Mihemedê Elîyê Unis’ın kızı Rinde Xan tutuklanıp, tecavüz edilmek istenir. Rinde Xan tecavüze uğramamak için kendini Malabadi köprüsünden attı.
Yine Dersim’de sayısı hiçbir zaman tam olarak bilinmeyen kız çocukları, annesinin- babasının- hısım akrabasının katili olan subayların yanına hizmetçi olarak verildi. Kendi köküyle, geçmişiyle, toplumsallığıyla bağlar koparıldı. Pek çoğu tacize- tecavüze uğradı, kendi katili ile evlenmeye zorlandı. Nezahat Gündoğdu’nun çabasıyla yaşananlar kısmen açıklığa kavuşmuş olsa da halen bilinmeyen, ulaşılmayan pek çok Dersimli Kayıp kız var. Bilinmeden, yaşadıkları vahşeti dile getiremeden ölüp, aramızdan ayrıldılar.
Zilan Katliamında da katledilen 15 bine yakın kişi arasında çok sayıda kadın ve çocuk vardı. Yine pek çok kadın askerler tarafından alınıp, batı illerine götürüldü. Akıbetlerinin ne olduğuna dair günümüzde bile bir bilgi yok.
Benzer bir durumu Enfal hareketinin ardından Güney Kürdistan’da görüyoruz. Sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte kimi kaynaklara göre 5 bin civarında genç Kürt kadını Saddam askerleri tarafından kaçırıldı. Mısır, Ürdün, körfez ülkelerinde Arap Emirlerine satıldı. Burada tuhaf olan şu ki bu kadınlar bir ulus- devlet eliyle birde ataerkil feodal sistem eliyle öldürüldü. Çünkü konuya namus meselesi olarak yaklaşan güneyli aileler ve siyasi partiler daha sonra bölgede iktidar olmalarına rağmen asla bu kadınlardan bahsetmedi, kadınların bulup, ailelerine kavuşması için girişimde bulunmadı. Saddam askerlerinin kaçırdığı kadınlar kirlenmiş, aile ortamına tekrar dönmemesi gereken kişiler olarak ele alındı. Onlardan hiç bahsetmemek, bir anlamda onları unutmak, hafızadan silmek amaçlıydı. Maalesef kadınların birde böyle kendi ataerkil toplum zihniyetleri tarafından ikinci bir katliama uğrama durumları var.
Kadınlar bazen de erkeği cezalandırmak için cezalandırılır. Bu amaçla yani erkeğe boyun eğdirmek amacıyla kadına taciz- tecavüz, işkence yapılması rutinleşen uygulamalardır. Bazen erkekler yaptıklarından dolayı kadınlar ise daha çok erkeğin yaptıklarından dolayı işkenceye maruz kaldı. Örneğin 1990 lı yıllarda özgürlük mücadelesinin gelişmesiyle birlikte devlet askerleri tarafından köyler basılıp, toplu gözaltılar yapıldığında, kadınların yaşanan olaylarda katkısı olsun olmasın gözaltına alınır, pek çok kez eşini konuşturmak amacıyla tecavüze uğrardı yada işkence edilirdi. Yine eşini ele geçiremeyen askeri güçler kadını gözaltına alıp, işkence ederek erkeğin gelip, teslim olması isterdi. Her ne kadar kanunda suçun bireysel olduğu söylense uygulamalarda da görüyoruz ki esas olan erkek ve kadın erkeğe ait bir şey olarak katliam politikalarında daha ağır uygulamalarla karşı karşıya kalırdı.
Kadın kırım politikaları geleneksel ataerkil politikalarda yerini alan ve sürdürülen bir durumdur. Erkeklerin başlattığı aşiret kavgaları, kan davalarında çoğu kez kadınlar berdel olarak verip, erkekler arasında uzlaşmanın sağlanması da bir kadın kırım politikasıdır. Düşmanlık- kavga erkekler etrafında gelişir, uzlaşma sağlanmak istendiğinde ise ilk kadınlar kurban edilir. Bu da başka bir kadın kırımıdır…
2014 te Daiş’in Şengal’e saldırısı da aynı şekilde gerçekleşti. Daiş, erkekler ve yaşlı kadınları öldürürken, genç kadınları ve çocukları bir savaş ganimeti gibi köle olarak yanında götürdü. 21 yy da kadınlar pazarda köle olarak satıldı, din değiştirmeye zorlandı. Ezidi kadınlara tecavüz ederek, çocuk doğurmaya zorlandı. Yani Ezidi kadınları kendi yakınlarını katledenlerin çocuğunu doğurmaya zorlandı. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin verilerine göre bu dönemde 7 bin Ezidi kadın kaçırıldı. Bunların bir kısmı daha sonra YPJ-YPG güçleri tarafından kurtarılsa da büyük bir kısmından halen haber alınamadı. Nerede oldukları, yaşayıp, yaşamadıkları bile tam bilinmiyor. Eve dönenler açısından da hiçbir şey o kadar kolay olmadı. Bir yandan kendi toplumuna dönme istemi bir yandan toplumu katleden katillerin çocuklarının toplum tarafından kabul edilmemesi gibi sebepler kadınların yürütülen kırım politikalarına defalarca maruz kalmalarına yol açtı. Burada özellikle Kürdistan Özgürlük hareketinin sağladığı güvence ve Ezidi Şexlerinin çıkardığı fermanlardan sonra kadınlar dönmüş olsa da, bu katliamın izlerinin daha uzun süre ruhunda, bedeninde yaşamaya devam edecekleri aşikar. Ezdi katliamı tanındı ama kadınların kadın olmaktan kaynaklı olarak yaşadığı insanlık dışı, vahşi katliam biçimi gündeme alınmadı, sorgulanmadı, kadın kırımı olarak tanımlanmadı.
Kürdistan’da kadın kırım politikalarının uygulandığı bir diğer alanda Okul sistemdir. Kürt Kadınları asimilasyon politikalarının hedefine konularak katledilmeye çalışılmıştır. Dersim katliamından hemen sonra insanlar henüz acılarını sarmadan, Sıdıka Avar gibi kişiler devletin birer militanı gibi at sırtında köy köy dolaşarak aileleri kız çocuklarını okula göndermek için ikna etmeye çalıştı. Ailelerden uzak yerlere kurulan yatılı bölge okullarında çocuklara Türkçe öğretilip, dilleri unutturuldu, Kürt kültürleri itibarsızlaştırılarak kendine yabancılaşmaları sağlandı. Burada kız çocuklarına özelde yönelmelerinin nedeni, kadınların en güçlü kültür taşıyıcısı olmaları, kadınlar asimile edilmeden bir toplumun asimile edilmeyeceği hakikatini bilmeleriydi. Kadınların asimile edilmesiyle beyaz soykırımın tamamlanmasını hedeflediler. Son yıllara kadar da “Hadi Kızlar Okula” “Baba Beni Okula Gönder”, “Kardelen” gibi projelerle kadınlar okullara çekilip, asimile edilmesi hedeflendi. 1980 lerden sonra Kürdistan’ın her köyüne elektrik ve tv götürülmesinin de öncelikle bir hedefi olduğunu belirtebiliriz.
Devlet eliyle geliştirilen bir diğer kadın kırım politikası da, Üniformalı şiddet olarak da tanımlanan devlet memurlarının Kürt kadınlarına ilişkin geliştirdiği kırım politikasıdır. Bunu çoğunlukla aşk-sevgi adı altında yapıyorlar. Gülistan Doku, İpek Er ve pek çok kadının katilinin asker veya polis olması tesadüf değildir. Tecavüzcülerin kendi aralarında yaptığı yazışmalar okunduğunda bunların bu işi yapmak için özel görevlendirilen kişiler olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Bu kadınların katilleri devletin koruması altında. 2000 li yıllarda Batmanda yaygınlaşan kadın intiharlarının altında da benzer bir etken vardı. Özel savaşın bir politikası olarak kadınlar özellikle hedeflenerek aşk-sevgi adına ya intihara yada büyük sessizliğe mahkum edilen durumlara zorlandılar.
Kız çocukları okullarda devlet memurlarının kurduğu tuzaklarla taciz- tecavüze uğrayarak mücadeleden düşürülmeye çalışıldı. 2009 yıllında Perwari lisesinde öğrencilerinin okul müdür yardımcısının da içinde yer aldığı bir grup tarafından fuhuşa zorlanmasını, dönemin okul müdürü, “dağa gideceklerine fuhuş yapsınlar” diyerek bu işteki işbirliğini deklere etmişti.
Kadın kırımının bir diğer örneği siyasi alanda aktif rol almak isteyen, mücadele eden, özgür yaşam arayışında olan kadınlara yönelik siyasi soykırım politikasıdır. Son 20 yılda Kuzey ve Doğu Kürdistan başta olmak üzere yüzlerce kadın tutuklanıp, ağır cezalara çarptırıldı. Kuzeyde 2009 yıllından bu yana başlatılan siyasi kırım politikalarının merkezinde kadınlar yer aldı. Cadı avlarını aratmayan bir şekilde kadınlar tutuklanıp, zindanlara atıldı, ağır yaşam koşullarına mahkum edildi.
Yine İran rejimi şeriat yasalarıyla kadınları geleneksel toplum ilişkilerine mahkum etmeye çalıştı. Özgür yaşam arayışında olan, buna boyun eğmeyenler ya Jina Amini örneğinde olduğu gibi katledildi, ağır cezalara çarptırıldı yada idam edildi. Kadınlar öldürülürken bile cinsiyetçi politikalara maruz kaldı. Recm edilirken erkekler göbeklerine kadar, kadınlar boyunlarına kadar toprağa gömüldü. İdam edilecek kadınlar bekar olma durumunda ikinci bir cezaya çarptırılır. Şeriata göre bekar kadınlar ölümden sonra cennete gidecek. Ölüm cezasına çarptığı kadınların ölümden sonra cennete gitmemesi için onlara tecavüz ederek öyle idam eder. Şirin Elhemhouli 9 Mayıs 2010 da kendisini doğru dürüst savunmadan idam edildi, Zeynep Celaliyan 14 ocak 2009 da avukatı olmadan çıkarıldığı Devrim Mahkemesinde idam cezasına çarptırıldı, Paxşan Azizi’ye 23 temmuz 2024 yıllında idam cezası verildi.
Güney Kürdistan’da ataerkil sistemin kadın kırım politikası çok yaygın. Kadın intiharları, kendini yakma son derece yaygın bir durumdur. Bunların pek çoğu aslında intihar süsü verilen katliamlardır. Yasalar gereği aileler şikayetçi olmadığı sürece mahkeme dava açmıyor, olay araştırılıp, katil yargılanmıyor. Mahkemenin elinde delilde olsa aileler çoğu kez kendi içinde anlaşarak ölümün üzerini kapatıyor. Kadınların yakınında yer alan bir aile üyesi tarafından öldürülmesi çoğu kez üstü örtülen, yargıya yansıtılmayan bir durum olarak kalıyor.
Sonuç olarak: Kadınlara karşı işlenen suçlar hiçbir zaman gerçek anlamda yargılanma konusu yapılmadı, hesap sorulmadı. Dünya genelinde 2002 yılında uluslar arası savaş mahkemesi ilk kez kadınlara karşı işlenen suç kapsamında Bosna ve Ruwanda da işlenen taciz- tecavüz katliam suçu kapsamında ele alındı, yargılamaya konu yaptı. Ancak bu ülkeler dışında böyle bir yargılama durumu yaşanmadı.
Yine 2018 yıllında yayınlanan BM raporuna göre 2011 yılından sonra yaşanan savaşta binlerce kadın ve çocuğa tecavüz edildiği tespit edildi. Göç eden kadınlarda gittikleri yerlerde fuhuşa bulaştırılmakta yada ikinci eş olarak aileleri tarafından satılmakta.
Peki Kadın Kırımını Nasıl Durduracağız?
Kadın Aktivist